“Cennette olsak.” diyordu Sim.
“Yanyana yaşasak.” diyordu Zer.
“Önümüzden bir ırmak aksa…”
“Irmak bizi ayırmasa…”
“Dallarımıza kuşlar konsa…“
Büyük çınar bir kıyıdaydı, küçük çınar öbür kıyıda. Aralarında bir ırmak akardı. Birbirlerine bir ırmak kadar yakın ama bir ırmak kadar da uzaktılar. Büyük çınar olgundu, ergindi, deneyimliydi, adı Zer‘di. Küçük çınar ise tazeydi, canlıydı. Adı da Sim‘di. İkisini ayıran ırmağın adını Firak koymuşlardı
Çevrede başka ağaç yoktu sanki. Onlar sadece birbirlerini görür, sever, özler ve isterlerdi. Baharda süslenir, yazda yapraklanır, güzün sararır, kışın soyunurlardı
Filizlenip yapraklanmaları kavuşma arzusundandı; sararıp solmaları ayrılık acısından. Kar, fırtına, ayaz oldu mu, Zer, Sim için üzülür, Sim de Zer için kaygılanırdı. Tek dilekleri vardı: Kavuşmak. Ayakları yoktu ki koşsunlar birbirlerine. Kanatları yoktu ki uçsunlar. Hiç olmazsa birisi ırmağı geçebilseydi. Hayır! İmkansızdı bu.
“Yanyana olsak!” derdi Zer.
“Cancana yaşasak!” derdi Sim.
Güneş etrafı aydınlatmaya başladımı neşelenir, battımı üzülürlerdi. Gerçi karanlık da engel olamıyordu onlara. Sabahlara kadar hayaller kuruyor, rüyalar görüyorlardı.
Gece mehtaba bakarlardı ikisi de. Bu ortak görüntü birbirlerine bakıyorlarmış gibi bir his verirdi onlara. Semaya bakarken hayal kurmaları daha kolay oluyordu .
“Parlayan ay!” derdi Zer.
“İkimize pay!” diye tamamları Sim.
Gerçi konuşmadan da anlaşırlardı ama zaman zaman da konuşurlardı. Rüzgar sırdaşıydı onların. Fısıltılarını taşırdı. Kıyıdan kıyıya şiirler, iç çekişleri, özlem çığlıkları götürüp getirirdi.
“Yanında olsam!” derdi Zer.
“Yanımda olsan!” derdi Sim bir yankı gibi.
Bir de kuşlar vardı! Halden anlayan kuşlar. Gelirler, dallarında yuva kurar, kollarında uyur, anne olur, baba olurlardı. Derinden derine ah eden ağaçların postacılarıydı kuşlar.
Mektuplaşırlardı bazen. Bir birlerine yapraklar gönderirlerdi. Rüzgar, özel bir ulak gibi çalışırdı o zaman. Zer’in yaprakları Sim’e uçar, Sim’in sayfaları da Zer’e konardı. Bazen müzikti taşınan, bazen şiir. Sevgi, özlem, ayrılık sözleri söylerlerdi birbirlerine. Bir sırları vardı aralarında. Adını söylemiyor ama en yoğun biçimiyle paylaşıyorlardı.
“Sendeyim!” derdi biri.
“Bendesin!” derdi diğeri.
Söz ve anlam gibiydiler. Görünürde ayrıydılar belki ama hakikatte birdiler. Buna inanırlardı ama yine de kavuşma arzusuyla yanmaktan alamazlardı kendilerini.
“Sen büyüksün, ben yetersizim.” derdi Sim, incecik sesiyle. “Sen baharsın, ben yazım.” derdi Zer. Sonra ikisi birden haykırırlardı: “Sen , ben yok, biz varız, birbirimizi tamamlarız.”
Evet, yanyana değillerdi ama onlar kavuşma sevincini başka türlü yaşarlardı. Sonbahar geldi mi ikisinin de yaprakları dökülürdü yere. Özlemle sararan yapraklardı bunlar.
Rüzgarla karşı kıyılara uçuşan yapraklar, birbirine karışırdı o zaman. Kendileri kavuşamasa da parçaları kavuşmuş olurdu böylece. Esintilerin tesiriyle yaprak yaprağa oynaşırlardı.
Bir kavuşma yöntemleri daha vardı: Gölgeleri, yaprakları, şiirleri, özlemleri, sevgileri suya dökülürdü. Irmak vuslat yuvaları olurdu. Su aynasında beraber görünürlerdi. Sevinirlerdi! Buna da razıydılar ama bu hal uzun sürmedi. Ormana bir oduncu geldi. Korkuyla titrediler.
Eli baltalı adam, hangisini kessem acaba, diye bakınmaya başladı. Bir celladın gözleriydi gözleri!
Hem Zer, hem de Sim celladı kendilerine çağırıyorlardı. “Bana gel, beni kes bak. Ben çok yaşadım.” diyordu Zer. Sim ise, “Ben tazeyim, beni kes, zorluk çıkarmam sana.” diye haykırıyordu. Oduncu ince ve kolay olana yöneldi. Henüz hayatının baharını yaşayan Sim’i kesti, devirdi. Taşısın diye attı ırmağa. Zer’in göklerde yankılanan feryadını işitmedi bile. Zer: “Beni de, beni de kes!” dediyse de duyuramadı sesini. Giden sevgilinin ardından acıyla inledi. Rüzgara yalvardı o zaman. “Lütfen es!” dedi. “Hiç esmediğin bir güçle es, fırtına ol!”
“Niçin?” diye sordu rüzgar. “Beni suya devir, bak o gidiyor.” dedi Zer. Durumu kavradı rüzgar, görülmedik bir hızla, şiddetle ve tutukuyla esti, esti, esti. Fırtına oldu.
Zer’in yıllanmış gövdesi dayanamadı bu fırtınaya. Suya devrildi. Sim’in ardı sıra akmaya başladı. “Elbet bir yerde buluşuruz.” diyordu. “Nasılsa aynı yöne gidiyoruz.” Öyle de oldu. Yüz yüze bir kereste fabrikasının önüne vardılar. Adamlar geldi yanlarına. İkisini de ırmaktan çıkardılar, kestiler, biçtiler, tahtalar haline getirdiler, depoya götürdüler.
Depocu, üst üste koydu parçalarını. Aylarca kurudular orada. Hayatlarından eser kalmadı.
Duyguları ise dipdiriydi. Gece oldu mu fısıldaşıyorlardı aralarında. Tek duaları vardı: Asla ayrılmamak. Bir mobilyacı aldı tahtalarını. Atölyesine götürdü, güzel bir çalışma masası yaptı. Satmak için vitrine koydu.
Masanın içinde fısıldaşıyorlardı. “Şimdi bir olduk artık.” diyorlardı. “Bu masaya bir isim gerek.” Geceler boyu düşündüler: “Simuzer olsun!” dedi Zer. İki isim teke inecekti böylece. “Olsun” dedi, Sim.
Vitrindeydiler. Caddece bir adam ve bir kız gördüler. Hızlı yürüyorlardı. Aceleleri vardı sanki. Birlikteydiler ama ayrı gibiydiler. Onların da aralarında bir ırmak mı vardı yoksa?
Gönül gönüleydiler ama el ele değillerdi. Bir sırları mı vardı acaba? Söylenmemiş sözler gibiydi erkek. Yazılmamış şiirlere benziyordu kız. “Bize benziyorlar.” diye fısıldadı Sim.
Aylar birbiri ardınca geçti, gitti. Vitrindeydiler, yine masanın üstünde bir gölge hissettiler. Bir erkek gölgesi. O adamdı. Yanında yazılmamış şiir yoktu şimdi. Nerelerdeydi acaba?
Adamın gözlerinde hüzün vardı. Yüzü gülerken eşlik etmiyordu gözleri. Tebessümünü yitirmişti adam. Onu arar gibi ısrarla masaya bakıyordu. İçeriye girdi, pazarlık etti, masayı aldı, odasına götürdü.
Şiirler yazacaktı üstünde. Yazıyordu da. Sim ve Zer, bu durumdan memnundular. Hayatsız bir yaşantıları vardı işte! Kupkuru bir hayattı bu. Olsun! Şiir yazıyordu ya adam. Az şey miydi?
“Ona yardım edelim.” dediler. “Ne yapalım?” diye sordu Zer. “Ona bizi anlatalım, işitsin de öğrensin sevgimizi. Belki, bizim de destanımızı yazar.”
Gece konşacaklardı. Hep gece konuşurdu onlar. Geceyi beklerse işitebilirdi adam. Konuştular da. Adam gecelerde hiç mahrum kalmadı ilhamdan yana .
Birlikteydiler, mutlu olmaları gerekirdi ama değillerdi işte. Bir sızı vardı gönüllerinde. İnce bir sızı. Yaşanmamış hayatlardan kalan bir boşluk gibiydi.
Böyle olmamalıydı. Zer derin bir ah etti. Kendi kendine konuşur gibi “Nehrimizin kıyısında yanyana olsaydık” dedi. “Can cana yaşasaydık.” diye inledi Sim. acı dolu sustular. Dallarını, yapraklarını, kuş cıvıltılarını, yağmur şırıltılarını, ırmak türkülerini rüzgar uğultularını hatırladılar. İç geçirdiler. Artık ne baharlar vardı, ne de yazlar.
Şimdi kupkuruydular. Gözyaşı bile dökemeden uzun zaman ağladılar. Fısıldaşmaları dileklere dönüştü. Her gece bıkmadan usanmadan tekrar ediyorlardı.
Geriye dönüş imkansızdı. Anlamışlardı ama ileriye gidiş mümkündü. bunu fark ettiler. Yalnız hatıralar yoktu ki. Ümitler ve hayaller de vardı.
“Cennette olsak.” diyordu Sim.
“Yanyana yaşasak.” diyordu Zer.
“Önümüzden bir ırmak aksa…”
“Irmak bizi ayırmasa…”
“Dallarımıza kuşlar konsa…”
Ömer Sevinçgül